14 Mayıs 2010 Cuma

9 nove

"Salvador Domingo Felipe Jacinto Dalí y Domènech, kısaca Salvador Dalí (11 Mayıs 1904 – 23 Ocak 1989), İspanyol sürrealist ressam. Gerçeküstü eserlerindeki tuhaf ve çarpıcı imgelerle ünlenmiştir. En iyi bilinen eseri olan Belleğin Azmi'ni 1931'de bitirmiştir." diyor vikipedi'de...Dali , kendi teşhisi ile bile narsisttir. Yeni basılan kitabı Hayat'ta "otobiyografi utanç verici bir şeyi ifşa ettiğinde güvenilir olur; kendi hakkında iyi birşeyler söyleyen bir adam muhtemelen yalan söylüyordur." mantığıyla kendinden bahsedilir.Henüz 6 yaşındayken 3 yaşındaki kız kardeşinin kafasını tekmelemesiyle farketmeye başladığı hazları, küçük bir çocuğu köprüden atmak, başka birini de kanlar içinde, insanlar ellerinden alana kadar yumruklamak gibi diğer yaptıkları yanında normal sayılabilecek davranışlarla devam etmiştir.5 yaşındayken yakaladığı yarasayı bir kovanın içine hapsetmiş, ertesi gün açtığında da karıncalar tarafından sarıldığını görünce iştahı açılmış birdenbire ve ölü yarasayı yaramasa da ağzına atmış başlamış yemeye karınca kararınca sosla...Napsın o zamanın imkanları o kadarmış.Delikanlılık çağında da bir kız aşık olmuş şahsı muhtereme. Kızcağızı her müsait zamanda 5 yıl sonra bırakcam seni diyerek sadece öperek koklayarak ama daha fazla ileri gitmeyerek sürdürdüğü sürrealist ilişkisini festival gibi değilsin katılmamak istiyorum diyerek 5 yıllık plan dediği bu şey için zamanı gelince ayrılarak noktayı koyar.Otuz küsur :) yaşına kadar cinsel ilişkide bulunmamış ya da bulunamamış.Cinsel ilişkilerde iktidarsızmış... Bunun yerine mastürbasyonla yetinmiş ama ayna karşısına geçerek...Başka türlü haz alamıyormuş kendileri.Gala diye bir kadınla evlenmiş. Onu da uçurumdan aşağı itmek arzusuyla tutuşuyormuş...( Arzu suyla tutuşur mu ?)Sürrealist resim ve sürmerealist fotoğraflarında göze çarpan şeyler; cinsel sapkınlık, nekrofili, cinsel objeler ve sembollerdirmiş. (yüksek topuk, koltuk değneği, ılık süt, defi hacet motifleri ). Dali, koprofaj olduğu iddaalarını tiksindirici birşey diyerek kabullenmezmiş ama eşek ölüleriyle oynamadan, gözlerini makasla oymadan duramazmış.İyi bir ressam berbat bir insandır demiş Gerge Orwell...Biri diğerini geçersiz kılmamaktadırmış diye de eklermiş...Yemezmiş diyebilmek...

8 otto

René Descartes; 31 Mart Vaka-i Hayriye sonrası 1596 yılında doğmuş, 11 Şubat 1650'de KEY ödemelerini alamadan ölen Fransız matematikçi, ne biliim adamı ve filozof. Batı düşüncesinin son yüzyıllardaki en önemli düşünürlerinden, kankalarımdan biri.Descartes ile birlikte, 1628'den itibaren yaptığımız on beş yıl süren geziler, savaşlar ve serüvenlerden sonra yoruldu yerleştiği Hollanda'da, batı düşüncesini altüst eden bir felsefe sistemi kurdu. Ben de anlamadım; matematikçiyim diodu hiç uğraşırken görmedim 15 yıl boyunca.. Hep gezdik.. Çok üşengeçti ama gene de gezdik. Kıramazdı beni..Sıkıysa kırsın. Kırardım kafasını, sonra da kalbini.. 2 kere 2'yi bile bilmezdi, kıvırır " kuşkucu yaklaşıom ben " derdi uyanık Descartes...Öğrendiğinin, gördüğünün, duyduğunun, inandığının hepsini birden büsbütün silerek ( Bunda benim attığım sopaların da payı paydası vardır diye düşünüyorum; öyleyse...:) ), her şeyden kuşkulanmağa başladı. Yalnız tek bir şeyden emindi: düşüncenin varlığı "üşeniyorum, öyleyse yarın!". Ben de dedim " Hacı, böyle dersen olmaz, gel şunu " düşünüyorum öyleyse varım " yap. " Gene kuşkucu yaklaşıodu ki bi baktım " tamam abi öyle olsun bea "dedi...Buradan hareketle, evrenin açıklamasını yaptı.Metot Üzerine Konuşma'da (1637) hep karmaşıktan basite inerek, gerçeği kuşatmaya yarayacak kuralları bir bir saydı. Asıl ben sayıyodum ona; anlamıodu kıt... Napsın? Herşeyi teker teker basit basit anlatmak gerekiodu...Descartes, zamanının bilginleriyle, hükümdarlarıyla ve soylularıyla çevremden yararlanarak ilişki kurmuştur. O sırada ona hayran olan İsveç kraliçesi Kristina, az fıngırdak değildi kendileri Descartes'ı sarayına davet etti, ayarttı, bi kaç yıl takıldılar. Bi daha da Descartes'ı gören olmadı, elli dört yaşında Stockholm merkez camiinde ikindi namazına müteakkip cenaze namazı kılındı. Hoparlörden duydum....

7 sette

Alexander Graham Bell, 1847nci 3 martta, Edinburgh İskoçya'da dünyaya celdi - 1922nci 2 ağustosta, Baddeck Kanada'da hakkın rahmetine kavuştu , 1876'da telefonun icadı ile tanınan Alexander Graham Bell önce Ontario'ya, daha sonra Boston'a yerleşti, Boston Celtics'i kurdu..Telefonu ilk icat eden Graham Bell'in annesi doğuştan 100 metre işitme engelliydi. Dedesi ve babası yıllarını işitme engellilere adadı. Özellikle babası işitme engellilere duymasalar bile konuşmayı öğretmenin yollarını geliştirmeye çalıştı. İki kardeşi veremden ölünce, babası kalan tek oğlunun sağlığı için Kanada'ya göçtü. Babasının ölümünden sonra onun çalışmalarını tanıtmak ve yaymak için çabalayan Graham Bell ABD'ye gitti. Burada bir süre işitme engellilere dil öğretmeni yetiştiren okulda çalıştı. Daha sonra kendi okulunu kurdu.Ünü kısa sürede yayılan Bell, Oxford Üniversitesi’ne konuk öğretmen olarak çağrıldı. İngiltere'de eline geçen Alman Hermann von Helmholz adlı bilginin işitme fizyolojisine ilişkin kitabını okudu. Müzik sesinin bir tel aracılığı ile aktarılabilineceği düşüncesi üzerinde yoğunlaştı. Bu sırada başka bilim adamları da bu konularda çalışmalar yürütüyordu.İngiletere'den dönen Bell, Boston Üniversitesi İnsan Sesi Fizyolojisi dalı profesörlüğüne getirildi. Kuramsal bilgilerini teknik destekle yaşama geçirmeye ve işitme engelliler için duymalarını sağlayacak aletler yapmaya girişti. Thomas Watson adlı bir elektrik mühendisi ile birlikte çalışmaya başladı. Çalışmalarını yürütmek için maddi destek gerektiğinde kendisine Avukat Gardnier Greene Hubbart yardım elini uzattı. Bell ve Watson 1875 yılında sesin tel üzerinden bir başka yere gittiğini ortaya çıkardı. Ancak ses anlaşılmaz bir durumdaydı. 14 Şubat 1876 günü Bell ve Gray telefon patenti almak için ayrı ayrı başvuru yaptı. Bell'e 7 Mart günü istediği patent verildi. 174.465 nolu patentini alan Bell atölyede denemelerini sürdürürken telefonu çalıştırmak için kullandığı bataryadan pantolonuna asit döküldü. Watson'u yardıma çağırdı:Bay Watson, çabuk buraya gelin. Sizi istiyorum."Bell yardımcısını yardıma çağırırken farkında olmadan 132 yıl önce 10 Mart günü ilk telefon görüşmesini yaptı. Watson Bell'in sesini "telefon"dan duydu. ABD'nin 100’üncü kuruluş yıldönümüne denk gelen bu buluşu ona düzenlenen Yüz Yıl sergisinde birçok ödül kazandırdı. Bell bilimsel çalışmalarını yürütmek için maddi ve manevi destek gördüğü Hubbart Ailesi’nden Mabel ile bir yıl sonra evlendi.Eşi dört yaşından beri sağırdı. Bell öğrencisi olarak tanıdığı ve daha sonra evlendiği Mabel'e derin bir sevgi duydu. Artan ününe karşın hiçbir zaman ne eşini ne de işitme engellileri göz ardı etmedi. Eşine yazdığı bir mektupta "Eşin, hangi noktaya çıkarsa çıksın, ne denli zengin olursa olsun, emin ol işitme engellileri ve onların sorunlarını her zaman düşünecektir" diye yazmıştır.Bugün öne çıkan buluşlarının gölgesinde kalan yapıtlarının çoğu işitme engeli konusundaydı. İşitme engelli annesinin ve eşinin duyamadığı sesleri kaydetmeyi başardı. "Gramofon"dan kazandığı parayı bugün de sağırlar için çalışmalar yürüten Alexander Graham Bell İşitme engelliler Kurumu’na harcadı. Fransa hükûmeti insanlığa hizmetinden dolayı onur ödülü ve para ödülü verdi. Verilen parayı Washington'da İşitme engelliler için Volta Enstitüsü’nü kurmada kullandı. İlk el telefonunu geliştirmek için Bell teknik sorunları alt etmeye çalışırken bir yandan da kendisini dava eden Gray'a karşı hukuk savaşı verdi. Telefon atölyeden 4 yılda çıkabildi. 1880 yılında Bell'e yardım eden Tainer radyofon adını verdikleri aleti denedi.Bir okulun tepesine çıkan Tainer çok uzaktan görebildiği Bell'e telefonla seslendi "Bay Bell. Bay Bell. Beni duyabiliyorsanız lütfen pencerenin önüne gelip şapkanızı sallayın." Bell şapkasını salladığında artık telefon doğumunun ardından emeklemeye başladı. Sekiz yıl sonra Connecticut eyaleti ilk telefon şebekesine sahip kent oldu.Telefon yakın yıllara dek Türkiye'de olduğu gibi santraller ve memurlar aracılığı ile yürütülüyordu. Bir süre sonra santrallerde erkek memur yerine kadın memurun çalışması geleneği başladı. İlk kadın santral memuru da Boston'da çalışmaya başlayan Emma Nut oldu.Kimi siyah beyaz filmlerde gülme konusu yapılan "manyetolu telefon" görüşmeleri 1899 yılında Almon B. Stowger adlı birinin katkısı ile otomatikleşmeye yöneldi. İşin garip tarafı Stowger telefoncu değil cenaze levazımatçısıydı. Rakibinin eşi telefon şirketinde çalışıyordu. Cenaze işleri için Strowger'ı arayanları bu memur kendi eşine bağlıyordu. Bu zor durum karşısında çözüm bulmak için kolları sıvayan Strowger otomatik santralı yapmayı başardı. Halk yeni telefona "kızsız telefon" adını taktı.Bugünkü telefonlara benzemeyen bir biçimdeydi. Üzerinde birler, onlar, yüzler basamağını temsil eden üç tuş bulunuyordu. Bağlanmak istenen numara tuşlara aranan numarada yer alan rakamın değeri kadar basılarak sağlanıyordu. Arayan kişi tuşa kaç kez bastığını sık sık şaşırdığı için karmaşaya da yol açıyordu. Bunun da çözümü çok geçmeden bulundu.Kısa sürede New York sokaklarını telefon direkleri ve kablo hatları örümcek ağı gibi kapladı. Yürünmez bir hale gelen sokaklardaki bir telefon direği kabloları tutan 50 çapraz tahta taşıyordu. Telefon günlük yaşama değişik biçimlerde girmeye başladı.O yıllarda yayımlanan gazetelere verilen bir reklamda telefon şöyle tanıtıldı:"Sohbet. Ağızdan kulağa telefonla konuşarak çok daha rahat."Bell 1915 yılında New York'u San Francisco'ya bağlayan ilk uzun kentlerarası telefon hattını açtı. Karşısında yine yardımcısı Watson vardı. Aradan geçen onca yıla karşın Bell ilk günü unutmadı. Watson'a "Watson seni istiyorum, buraya gel" dedi.Telefonun olanaklarından yararlanarak müşteri çekmek isteyen oteller arasında kıyasıya bir savaş başladı. Oteller ünlü müzik, tiyatro, opera, konser salonlarına bağlanan telefon "Tiyatrofon" hattı ile aldıkları sesi lobilerinde oturan müşterilerine dinletmeye başladı. Bu evlere ve iş yerlerine yayıldı.Graham Bell belleklerde telefonun bulucusu olarak yer etse de adının öne çıkmadığı çalışmaları da vardı. Bunlardan biri büyük bir ilgi ile tüm dünyanın izlediği National Geographic dergisindeki yöneticiliğiydi. Yüzyirmi yıl önce silahlı saldırıya uğrayan ve ağır yaralanan ABD Başkanı Garfield'ın bedenindeki kurşunların yerini belirlemede ilk kez kullandığı telefonik sonda, Röntgen'in X ışınları ile tanıyı geliştirilmesinde kullanıldı. Deniz ve hava taşımacılığı için projeler gerçekleştirdi.1893 yılında telefon ile ilgili gelişmeleri kaleme alan bir yazar gözlemini şöyle dile getirdi: "Şu anda duyabildiğimiz sanatçı ve şarkıcıları bir süre sonra insanlık görmeyi de başaracak."Bu sözler "televizyon" özlemi olarak yorumlanmasına karşın gelişen teknoloji görüntülü cep telefonlarını, internet üzerinden canlı yayınla iletişimi işaret ettiğini göstermektedir. Bilimkurgu severler ise "Uzay Yolu" filminden esinlenerek insanların ışınlanmalarından, insanların bulundukları yerde başka bir yerdeki olayı üç boyutlu olarak ekranlarda görerek ya da duyarak değil hissederek elde edeceği günleri tartışıyor.İşitme engeline karşı yürütülen savaşımın sonucu insanlık dünyasının sağırlığını gideren bir buluşu armağan eden Bell öldüğünde ona duyulan büyük saygı ve sevgiden ötürü soyadından yola çıkarak telefonu simgelemek için kırmızı "çan" resimleri kullanıldı...

6 sei

Olimpiyat kavramının bazı tarihçiler, coğrafyacılar ve meteorologlar tarafından İsa’dan önce 776 yılında ( bunu da nasıl hesaplıyorlar, İsa'nın 776 yıl sonra doğacağını nereden biliyorlar da saymaya başlıyorlar 776 kaldı 775 kaldı. Bu da ayrı bir konu sonradan değinmem gereken ), Yunanistan'daki Olimp apartmanında üst kattaki komşunun yaramaz oğlusunun geç saatlere kadar çıkardığı seslere alt katta oturan sayın ev sahibisinin " Oolum bi yat mına koim, sporunu sonra yaparsın " demesinden çıktığını ileri ve geri ve hatta sağa sola fütursuzca sürülmektedir. Bu söylem zamanla yerini olimpiyata bırakmıştır. Gene aynı kaymaklara göre( Afyon kaymağı ki buna afyonizyak da denir ), bunun esası tanrılar tanrısı sevgili apartman yöneticisi Zeus adına düzenlenen bir festival gibisin katılmak istiyorumudur. Sonradan hatta İsa'dan sonra bile, aynı şenliklerin bütün tanrılar ve ölmüş kahramanlar, apartman yöneticileri ve kapıcılar için yapılan genel bir kutlama niteliği aldığını görmekteyiz. Nerde o eski Olimpiyat şenlikleri. Her dört yılda bir yapılır ve dört gün sürerdi. Eski Yunanlılar, iki şenlik arasındaki dört yılı "Olimpiyat" diye isimlendirir, zamanı ve olayları, İsa'dan önce 776 yılındaki ilk Olimpiyat festivalini esas tutarak kayıtlandırırlardı. Oysa şimdilerde öyle mi? Bakınız alt taraf...1896 I. Olimpiyat Oyunları Atina Yunanistan 1900 II. Olimpiyat Oyunları Paris Fransa 1904 III. Olimpiyat Oyunları St. Louis Amerika Birleşik Devletleri 1906 Ara Oyunlar Atina Yunanistan 1908 IV. Olimpiyat Oyunları Londra Birleşik Krallık 1912 V. Olimpiyat Oyunları Stokholm İsveç 1916 VI. Olimpiyat Oyunları Berlin Almanya (yapılmadı) 1920 VII. Olimpiyat Oyunları Antwerp Belçika 1924 VIII. Olimpiyat Oyunları Paris Fransa 1928 IX. Olimpiyat Oyunları Amsterdam Hollanda1932 X. Olimpiyat Oyunları Los Angeles Amerika Birleşik Devletleri1936 XI. Olimpiyat Oyunları Berlin Almanya 1940 XII. Olimpiyat Oyunları Helsinki Finlandiya (yapılmadı) 1944 XIII. Olimpiyat Oyunları Londra Birleşik Krallık (yapılmadı) 1948 XIV. Olimpiyat Oyunları Londra Birleşik Krallık 1952 XV. Olimpiyat Oyunları Helsinki Finlandiya 1956 XVI. Olimpiyat Oyunları Melbourne Avustralya 1960 XVII. Olimpiyat Oyunları Roma İtalya 1964 XVIII. Olimpiyat Oyunları Tokyo Japonya 1968 XIX. Olimpiyat Oyunları Meksiko Meksika 1972 XX. Olimpiyat Oyunları Münih Almanya 1976 XXI. Olimpiyat Oyunları Montreal Kanada 1980 XXII. Olimpiyat Oyunları Moskova Sovyetler Birliği 1984 XXIII. Olimpiyat Oyunları Los Angeles Amerika Birleşik Devletleri 1988 XXIV. Olimpiyat Oyunları Seul Güney Kore 1992 XXV. Olimpiyat Oyunları Barselona İspanya 1996 XXVI. Olimpiyat Oyunları Atlanta Amerika Birleşik Devletleri 2000 XXVII. Olimpiyat Oyunları Sidney Avustralya 2004 XXVIII. Olimpiyat Oyunları Atina Yunanistan 2008 XXIX. Olimpiyat Oyunları Pekin Çin 2012 XXX. Olimpiyat Oyunları Londra Birleşik Krallık

5 cinque

Cesare Pavese, ailesinin yazlarını geçirdiği Torino'nun Santa Stefano Belbo köyünde bir memur çocuğu ( düşünün İtalya'da memur çocukları Torino'da, Roma'da falan doğabiliteli ) olarak doğmuştu, çok ama çok tatlı bir bebekti, nur topu gibiydi sanki..Daha sonra Katkı Harcı almayan Torino Üniversitesi'nde bayağı bi edebiyat okudu, onu bitirdi başka dillere merak saldı. Başbakanlık ve Büyükşehir Belediyesi'nin burslarıyla da İngiliz ve Amerikan edebiyatı okudu; bitirme tezini çok çabuk tez bir şekilde Walt Whitman şiirleri üzerine yazdı. Hemen akabinde de orta öğrenimini tamamladığı eski okulu Şehit Mehmet Liceo d'Azaglio'da edebiyat ve dil dersleri verdi. Bu dönemde İngiliz ve Amerikan yazarları ile alakalı yazıları La Cultura Futura Mutura aylık mecmuasında, daha sonra da o zamanlar dünya çapında en popüler mecmua olan SES mecmuasında yayınlandı.Bu sıralarda gelen teklifleri bir arkadaşının kurduğu Einaudi Yayınevi'nde çalışarak değerlendirmeye başladı. 1935'te anti-faşist çalışmaları nedeniyle tutuklandı, 1936'da hükümet yanlış yaptığını anlayınca serbest bıraktı Cesare abiyi. Brancaleone Hapishanesi'ndeki bir yılından esinlenerek Carcera (Hapis) romanını yazdı. 1950'de Yalnız Kadınlar Arasında romanı ile İtalya'nın önemli edebiyat ve ebediyat ödüllerinden Strega Ödülü'nü aldı. Gene aynı yıl Torino'daki bir otel odasında uyku hapı alarak intihar etti benle konuştuktan hemen sonra; oysa ki ne kadar moral vermiştim ," Olur abi böyle şeyler bea.." demiştim. Meğerse karısı boynuzlamış Cesare abiyi.. Hem de Brutus ile.YaaBi de şunları fısıldamıştı : " Aylaklık saatlerin yavaş, yılların ise hızlı geçmesine yol açar.Çalışmak saatlerin kısa, yılların ise uzun olmasını sağlar.En dolu yıllar çocukluk yıllarıdır. Çünkü bu dönemde zaman dünyanın ne olduğunu anlamak ve ona alışmakla geçer. "Meğerse abi gidiciymiş hakkaten, görünce Torino'yu dönüvermiş çocukluğuna..Allah rahmet eylesin...

4 quattro

Sözlük anlamı olmayan milletlerarası bir deyimdir herşeyden önce. Bir devletin, her nasılsa kıyılarındaki deniz ticaretini kendi sevgili vatandaşlarının kendi bayrağını taşıyan gemilerde ve gemiciklerde yapma hakkını bağışlamasıdır. Yok bi de bağışlamıcaktı ne demek kendi vatandaşı kendi limanını kullanamıo...Neyse; bu hak ilkin XVI. yüzyılda İngiltere tarafından Kabataş civarında kullanılmaya başlanmıştır ki İngilizlerin dil alışkanlıkları ile Kabataş to Kabataj ordan da "Kaba"taj çok "kaba" olduğu için biraz törpülenerek Kabotaj halini almıştır. Bu yüzyılda İngiltere, kendi kıyılarında yük ve yolcu taşıma hakkını, yalnız kendi vatandaşlarına ve İngiliz bayrağını taşıyan gemilerde yapma hakkını tanımış, başka gemiler ve gemicikler için bu hakkı tanımamıştır. Bu durum karşısında çok üzülen biz Türkler tarafından direkt yağlı direk icat edilimi ve ucuna bayrak takılımı suretiyle sevgili bayrağı alım ve alana da yük ve yolcu taşım hakkı tanınımı ile sporvari bir festival gibisin katılmak istiyorumlu bayram havasına bürünmüş küçük bir organizasyonla hak eden kazansın, yok yok centilmenlik kazansın, yok yok ekümenlik kazansın tadında bir şeye dönüşmüştür. Bu yarışmalardan ilki Bandırma yöresinde 1 temmuzda yapılmış ve Paşabayırlı Barboros Kabohattin Paşa tarafından tereyağlı direkten bayrak alınımı gerçekleştirilmiş ve bir gelenek halini almıştır. Tarihte döner kebabın da bu yarışmadan esinlenerek yapıldığı genel bir kanıdır.Daha sonra gene Osmanlı İmparatorluğu, uzun yüzyıllar böyle bir hakka önem vermemiş ne gerek var demiş, kendi kıyılarında, başka bayrak taşıyan gemilerin ticaret yapabilmelerini, yük ve yolcu taşıyabilmelerini kabul etmiştir. Kapitülasyonlarla kabotaj imtiyazı, Türk gemilerinden tamamen alınmıştır. Ancak, 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması ile, kabotaj imtiyazı yabancı gemiler için kaldırılmış, 1 Temmuz 1926 gününden itibaren de Türk kıyılarındaki kabotaj imtiyazı, Türk gemilerine tanınmıştır. Bugün bizde Deniz Bayramı olarak kutlanır.Günümüzde 2 temmuz sabotaj bayramı, 3 temmuz kamuflaj bayramı olarak kutlanmaktadır ki bu bayram belki de kutlanmamaktadır. Bu törenler çok sessiz sedasız , şatafatsız ve sevgili görkemsiz geçmektedir. Bunun nedeni ise toplumbilimciler ve tarihçiler tarafından hala açıklanabilmiş değildir. İki rivayet vardır buna dair ya çok iyi kamufle olunum ya da kimsenin kutlamama durumudur ki bu durumlarda kimsenin görünemeyeceği su götürmez susuz getirir durumudur. Benim fikrim ise muhteşem bir kutlama töreni şeklinde gerçekleştiği yönündedir. Süper kutlarlar bayramı süper kamufle olduklarından hiç belli olmuyorlardır diyorum ben.Daha önceleri 2 temmuzda kutlanan kamuflaj bayramı, 3 temmuzda kutlanan sabotaj bayramı ile 1957'de yer değiştirmiş 3 temmuza alınmış, 2 temmuzdaki sabotaj bayramı da 3 temmuza alınmıştır. Bunun sebebi de kamuflaj bayramına katılan kişilerin saklı oldukları yerlere sabotaj bayramı gereğince yapılan sabotajların sonucu binlerce kişinin sabotaja kurbaj gitmesidir.

3 tre

Sigara içmek nasıl oluo?..Su içilir, kahve içilir ee sigara?..İlk kandırmaca bu, sigara içilmez.Duman vasıtasıyla tüttürme türünden bi işlemdir.(Kanaatimce tütün kelimesi de burdan gelmektedir hemen şu ilk sokaktan :) "hadi bi tütün de keyfimiz yerine gelsin" manasında)Ne demiş İngilizler "dumanlama"...Bizim de sevgili TDK'mizin muhakkak bi önerisi olacaktır nasıl "çok oturgaçlı götürgeç" diye bişey öneriosa ota boka büs yerine buna da yapacaktır ve yapmalıdır..Neyse sigara yüzyıllardır içilen ve on yıllardır da içilmesi reziiil, iiiiğrenç, kökü kazınması gereken bi tür veba muamelesi gören tütümü de kolaydır-ben her ne kadar sevmesem ve tüttürmesem de zevk verdiği aşikar..Her ne kadar günümüz tıbbında bunun pek bi önemi olmasa da..Nerde o eski İbn-i Sina'lar...Stres azaltması, kilo kontrolünü destekliyor olması, Alzheimer, Parkinson, bağırsak ve rahim kanserlerine iyi gelmesi de göz ardı edilmekte.Bunun bilimden çok siyasetle ilintili ve de iniltili olduğunu düşünmekteyim.Dünyada 1.2 milyar tiryaki varmış.Onları, sigaranın ölümcül olduğuna inandırdığınızda ve de farmokoloji işiyle uğraştığınızı düşündüğümüzde (mesela nikotin bantı, sakızı çoban armağanı ürettiğinizi düşünelim..Eee anti-depresan ya da sanmalar da var.) pek de küçümsenmeyecek bi pazar var gibi geliyor bana.Biraz da sayılardan bahsedeim...100000 tiryakiden 160'ı akciğer kanserine yakalanıyormuş100000 içmeyen kişinin 7'si gene akciğer kara gün içindir diomuş..Yani sigara içenler içmeyenlere oranla 24 kat fazla ihtimale sahip kanser olma konusunda..% 2,4 , yani içsen de %97,6 yakalanmıosun..İstatistik işte...Ben de sigara dumanı altında oturmak istemem ama sorun sigara değil ortamın sağlıklı hale getirilmemesi..Sevgili havalandırma aygıtları kullanılıp bu sorun giderilebilir.Sigaralı ve havalandırmalı bi ortam sigarasız ama havalandırmasız bi ortamdan daha sağlıklı olabilir.Hemen yasak gelmemeli..Dediğimiz gibi belki de sorun sadece bilimsel değildir.Özellikle şu anki Türkiye için..İleride paralel yasaklar gelebilir.İçki şöyle şöyle içilmeli ya da içilmemeli diye..Daha sonra buna tepki gösteren kişilere de sigara kısıtı uygulanan insanlar tarafından "biz de sigara içemioz, siz de alkol içmeyin" deyip bir ikinci mahalle baskısı olayı vuku gelebilir.Bunu da geçelim..Joe Jackson diye bi abi var bi de onun şiiri...Dio ki kısaca bu şiirde 2003 senesiydi diye başlayarakViski içmiş bi adam bi akşamİki, üç, dört etmişBasmış gaza sonra da 3 kişi ezmişYasaklamamışlar viskiyi, cini, arabayı..Hergün yemiş hamburgeri adamKaldıramamış bünyesi ölüvermiş bigünGene yasaklamamışlar hamburgeri, patatesi..Orduya katılmış gene bi adamSonra Irak'a gönderilmiş...Kurşunlar, füzeler gene yasaklanmamış...In 20-0-3

2 due

Kolon , halk arasında "bazen bizim bile aramızda" sindirim sistemi anatomisinde kalın bağırsak ya da iiisi mi bağırmasak da sessiz sessiz kalın dursak anlamında kullanılan bir terimdir..Bundan bol bol nefis sevgili kokoreçler yapılır ki alkol ziyafetinden sonra da afiyetle yensin....Eğer bu bana biraz fazla gelir diosanıs daha küçük boyundan yenir..Bu segment bi kokoreç yapabilmek için kolbeş veya kolaltı kullanılır..Ama bu kolaltı genellikle ter yapım operasyonlarında tercih edilir..Buna da gene halk arasında KOLONYAĞI denir ki , ünlü düşünürün dediği gibi halkımız biraz hem besili hem de besil olduğu için buna kolonyağ daha sonraları da kolonya diye gelmiştir..Gene halk da bu ter işlemini redükleyebilmek için kolonya kullanımına geçmiştir.Oysa biz aqua di zart zurt falan kullanırız..Neyse bir de vanilyağı vardır..Buna da daha sonra değineciiiim...

1 uno

Sekiz bin yıl önce Firev Un diye 3 piramit büyüklüğünde çağının en büyük ekmek fırını ve değirmeni var imiş ...Bu Mısırlılar ekmek üretmek için kazara arpayı ıslah etme çalışmaları sonucunda sevgili birayı icat ederek "en çok içilen alkollü içki" unvanını ele geçiren içkiyi buluvermişlerdir.Allah firevunlardan razı ossun..Lager: Alman birası. Az alkollü ve içimi kolay.(Zoru nası oluoki..Sanki soru mu soruolar."x+3y-z=867" bilemedin mi içemion mu ya da içerken bunu mu çözmen gerekio..) Açık sarı renkli aynı Almanlar gibi. En çok içilen bira lagerdir. Bir Bavyeralı ortalama senede 240 litre lager tüketir iki tanesi de sinerji ilen 490 bilemedin 500 litre içer...Almanlar birayı sadece su, arpa, maya ve şerbetçiotundan üretiyorlar. Bunun dışında aromatik otlar veya başka bir madde katmıyorlar.Biz ise leblebi, kaşar, köfte gibi daha aromatik ve sıhhatli şeyler de ekleriz... Ale: İngiliz birası. Çok içince "olee" de olur..Olmazsa da olur..Orta alkollü. Lagerden daha koyu renkli gibi dursa da şişede durduu gibi durmaz.... Bira soğuk içilmelidir. Ancak ne kadar soğuk? Ohh be dünya varmış denecek kadar soğuk.. Turkiyede satılan tum biralar lager/pilsener cinsidir ve bu tür biralar 4-8 derece sıcaklıkta içilirse gerçek tadı tekel bayilerinden alınabilir. İdeali 6 derecedir. 4 derece altında içildiğinde biranın gerçek tadı alınamaz, sadece çok soğuk maden suyu içilmiş gibi hissedilir ki bunu hiç içmemek daha iyidir..Kimi yörelerde buna sidik gibi olmuş da denir... 8 derecenin ustunde ise gittikçe biranın tadı rahatsız etmeye başlar.Bunu da cips takviyesi ile önleyebiliriz..Buzdolabında birayı 1 tam gün tuttuğumuzda (ki bu da bir bira insanı için zor bir olaydır..Bunun yerine Katmandu'ya gider kafayı kazıtırım diyenler de çıkabilir..)genel olarak 5-6 derece soğukluğa erişir.Biz bi kere Serhatlan içmiştik çok gusel olduydu... Bira bardağa döküldükten itibaren ısınmaya başlar.Buharlaşmadan içmek gerekir.. İdeal sıcaklığı daha uzun süre korumak için bardağı daha önce buzlukta bekletmeyi deneyin. Barda, barmenden mümkünse soğutulmuş bardak kullanmasını isteyin. Bir çok barda özel müşteriler için soğutulmuş bardak bulunur. Eğer yoksa bile bir sonraki biranız için bardağı buzluğa koymasını söyleyebilirsiniz. Soğuk bardakta bira daha çok "terler". Biranın terlemesi, bardağın dış yüzeyinde su damlalarının oluşmasıdır.Annelerin aman yavrum terleme demesi bu biraklar için söz konusu değildir..Ayrıca gerçek bira bardağının kulplu olmasının nedeni , kulp kulpçe kara gün içindir..yaaa