20 Aralık 2008 Cumartesi

Dali deli?

"Salvador Domingo Felipe Jacinto Dalí y Domènech, kısaca Salvador Dalí (11 Mayıs 1904 – 23 Ocak 1989), İspanyol sürrealist ressam. Gerçeküstü eserlerindeki tuhaf ve çarpıcı imgelerle ünlenmiştir. En iyi bilinen eseri olan Belleğin Azmi'ni 1931'de bitirmiştir." diyor vikipedi'de...

Dali , kendi teşhisi ile bile narsisttir. Yeni basılan kitabı Hayat'ta "otobiyografi utanç verici bir şeyi ifşa ettiğinde güvenilir olur; kendi hakkında iyi birşeyler söyleyen bir adam muhtemelen yalan söylüyordur." mantığıyla kendinden bahsedilir.

Henüz 6 yaşındayken 3 yaşındaki kız kardeşinin kafasını tekmelemesiyle farketmeye başladığı hazları, küçük bir çocuğu köprüden atmak, başka birini de kanlar içinde, insanlar ellerinden alana kadar yumruklamak gibi diğer yaptıkları yanında normal sayılabilecek davranışlarla devam etmiştir.

5 yaşındayken yakaladığı yarasayı bir kovanın içine hapsetmiş, ertesi gün açtığında da karıncalar tarafından sarıldığını görünce iştahı açılmış birdenbire ve ölü yarasayı yaramasa da ağzına atmış başlamış yemeye karınca kararınca sosla...Napsın o zamanın imkanları o kadarmış.

Delikanlılık çağında da bir kız aşık olmuş şahsı muhtereme. Kızcağızı her müsait zamanda 5 yıl sonra bırakcam seni diyerek sadece öperek koklayarak ama daha fazla ileri gitmeyerek sürdürdüğü sürrealist ilişkisini festival gibi değilsin katılmamak istiyorum diyerek 5 yıllık plan dediği bu şey için zamanı gelince ayrılarak noktayı koyar.

Otuz küsur :) yaşına kadar cinsel ilişkide bulunmamış ya da bulunamamış.Cinsel ilişkilerde iktidarsızmış... Bunun yerine mastürbasyonla yetinmiş ama ayna karşısına geçerek...Başka türlü haz alamıyormuş kendileri.

Gala diye bir kadınla evlenmiş. Onu da uçurumdan aşağı itmek arzusuyla tutuşuyormuş...( Arzu suyla tutuşur mu ?)

Sürrealist resim ve sürmerealist fotoğraflarında göze çarpan şeyler; cinsel sapkınlık, nekrofili, cinsel objeler ve sembollerdirmiş. (yüksek topuk, koltuk değneği, ılık süt, defi hacet motifleri ). Dali, koprofaj olduğu iddaalarını tiksindirici birşey diyerek kabullenmezmiş ama eşek ölüleriyle oynamadan, gözlerini makasla oymadan duramazmış.

İyi bir ressam berbat bir insandır demiş Gerge Orwell...Biri diğerini geçersiz kılmamaktadırmış diye de eklermiş...Yemezmiş diyebilmek...

18 Aralık 2008 Perşembe

15 Aralık 2008 Pazartesi

Nişanlah :)

Nişanlandım dünya güzeli biriyle; 2008'nci yılın aralığının 12'sinde. Ben var çok mutlu olmak...

Gongu

5 su bardağı toz şeker
4 çorba kaşığı nişasta
1 kahve kaşığı krem tartar
1 su bardağı kavrulmuş fındık
1 su bardağı hindistan cevizi
imiş...Ama ben küçük bu tatlı şeye kendi tatlılığımı katıp "gongu" dermişim efendiler...

5 Aralık 2008 Cuma

Ediz Hun vs Edison



Küçükken sevinmiştim bi keresinde elekrtiği bulan Türkmüş diye...Edison'u Ediz Hun, Ediz Hun'u Edison sanmıştım birkaç yıl...Yaaa..Meğerse dayı oğullarıymış bunlar...O kadar...

Yemekteler

Nasıl bir programdır bu? Kimsenin birbirini, yemeklerini, tadını, tuzunu, kaşıklarını, çatallarını ve sevgili yerleşimlerini beğenmediği daha doğrusu beğenmemeye çalıştığı, beğenmemenin erdem olduğu bir poroğram...Ayy ne iirenç köfte o....Hayatta yemem süt ürünleri..Tuzu çok olmuş vazgeçtim az olmuş...Alıcan bunlara marketten hazır çorbayı, pizzayı, pudingi, hazır kahveyi..Al burdan yak...

2 Aralık 2008 Salı

Protesto


Neden sessiz kalıyoruz yasaklara, neden tepki göstermiyoruz? Yasak biter bitmez doluşuyoruz... Asıl o zaman yok mudur farkımız koyundan? Yem verirse ye, yoksa yeme... Nerede irade, insiative? Varken de yeme...Koy tavrını...Yazma 1 hafta, 1 ay... O zaman belki anlaşılır birşeyler... Yasak kalktı yazalım hemen... Kararımı ben veririm onlar değil... Onlar yazabilirsin dediğinde yazmama hakkı da benimdir... Dedi diye yazmak zorunda değilimdir... Ben de blogcuları farklı sanırdım... Duruş, onur....

23 Ekim 2008 Perşembe

Nalan Altınörs? Altı nurse? Altın örs?

1961 Yılında Ankara’da doğan Nalan ALTINÖRS, İlkokulu İzmir Halil Rıfat Paşa İlkokulu’nda, Lise öğrenimini İzmir Karataş Lisesinde tamamlamıştır. Sonra da bu karışıklığa yol açmıştır kendileri.



Geri dönüşüm muhteşem olacak, ıyy ...

Tüketilen maddelerin yeniden geri dönüşüm halkası içine katılabilmesi ile hammadde ihtiyacı azalır. Böylece insan nüfusunun artışı ile paralel olarak artan tüketimin doğal dengeyi bozması ve doğaya verilen zarar kısmen ya da kıs women engellenmiş olur. Bununla birlikte yeniden dönüştürülebilen maddelerin tekrar hammadde olarak kullanılması büyük miktarda enerji tasarrufunu mümkün kılar. Örneğin, yeniden kazanılabilir alüminyumun kullanılması alüminyumun sıfırdan imal edilmesine oranla %35'e varan enerji tasarrufu sağlamaktadır.

Kullanılmış kağıdın tekrar kağıt imalatında kullanılması hava kirliliğini %74-94, su kirliliğini %35, su kullanımını %45 azaltabilmektedir. Örneğin bir ton atık kağıdın kağıt hamuruna katılmasıyla 8 ağacın kesilmesi önlenebilmektedir.

16 Ekim 2008 Perşembe

Fazıl Hüsnü Dağlarca bi de Türkçe

26 Ağustos 1914 İstanbul doğumlu. Süvari yarbayı Hasan Hüsnü Bey'in oğludur, ilk öğrenimini Konya, Kayseri, Adana ve Kozan'da, orta öğrenimini Tarsus ve Adana ortaokulundan sonra girdiği Kuleli Askeri Lisesi'nde 1933 yılında tamamladı. 1935'te piyade subayı göreviyle Doğu ve Orta Anadolu'nun, Trakya'nın pek çok yerini dolaştı. Ordudaki hizmeti on beş yılı doldurunca, ön yüzbaşı rütbesiyle askerlikten 1950'de ayrıldı. 1952-1960 yılları arasında Çalışma Bakanlığı'nda iş müfettişi olarak İstanbul'da çalıştı. Buradan ayrıldıktan sonra İstanbul Aksaray'da "Kitap" kitapevini açtı ve yayıncılığa başladı. Ocak 1960-Temmuz 1964 yılları arasında dört yıl Türkçe isimli aylık dergiyi çıkardı. İlk yazısı 1927'de Yeni Adana gazetesinde yayınlanan bir hikayedir, İstanbul dergisinde 1933'te çıkan "Yavaşlayan Ömür" adlı şiiriyle adını duyurmaya başladı.

Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılapçı Gençlik, Yeditepe ve Türk Dili dergilerinde şiirleri çıktı.

Bugüne kadar kendisine bir çok ödül verilen şair 1967'de ABD'deki Milletlerarası Şiir Forumu tarafından "En iyi Türk Şairi" seçilmişti.

Hangi mahallede imam yok,
Ben orada öleceğim.
Kimse görmesin ne kadar güzel,
Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.
Ölüler namına, azade ve temiz,
Meçhul denizlerde balık;
Müslüman değil miyim, haşa,
Fakat istemiyorum, kalabalık.
Beyaz kefenler giydirmesinler,
Sızlamasın karanlığım havada.
Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım,
Ki bütün azalarım hülyada.
Hiçbir dua yerine getiremez,
Benim kainatlardan uzaklığımı.
Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar,
Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...

Demiş....

10 Ekim 2008 Cuma

Crow

Bruce Lee'nin oğlu Brandon Lee'nin oynadığı ilk filmde, canlandırdığı rock gitaristi Eric Draven işkence edilerek öldürülmüş ve elbetteki usullere gömülmüştür, günlerden bir gün, muhtemelen çarşamba, adamın mezarına bi karga [kuzgun] konar, nasıl olduysa, o adamın ruhu karganın içine girer, olaylar gelişir.

The Crow serisi çizgi romanlar yazan James O’Barr tarafından ortaya çıkmıştır, James O’Barr, trajik bir trafik kazasında nişanlısı Bethany’nin sarhoş bir sürücünün kullandığı araba tarafından öldürülmesi sonrasında çok sıkıntılı günler yaşamaya başlamış.

Bu yaşadığı sıkıntılı dönemden kurtulmak için kendisini çizime verir, daha sonraları ise gazetede okuduğu bir haberden ( Detroit’te bir çiftin 20$ lık nişan yüzükleri için öldürülmesi olayı ) oldukça etkilenir ve bunun bir hikayenin başlangıcı için güzel bir çıkış noktası olduğuna karar verir ve 1981 yıllarında Berlin’de ilk The Crow çalışmalarına başlar.

Filmin çekimlerinin bitmesine 8 gün kala Brandon Lee’nin yanlış doldurulmuş bir silah tarafından çekim sırasına vurularak öldürülmesi bu yüzden James O’Barr’ı hayatı boyunca sarsan ikinci büyük olay olur.

Karga karga sadece gak dememiş

Kargalar Yenizelanda ve Güney Amerika'da yaşamazlarmış. Tabii kutuplarda da... Bunun dışında heryerde yaşarlarmış... Köpekgillerden kurt vb. hayvanlarla belki de eşit zekaya sahip olduğu düşünülmektedir .


Karga, kargagiller (Corvidae) familyasından Corvus cinsini oluşturan, iri yapılı, düz gagalı, pençeli, tüyleri çoğunlukla siyah, yüksek ve rahatsız edici sesli kuş türlerinin ortak adı.

Bir karganın dişi mi erkek mi olduğunu sadece dış görünüşüne bakarak söyleyenemezmiş. Ancak Dna kan testi cinsiyeti belirler. Kargaların günlük yaşamlarıyla ilgili çalışmalar, özellikle yuvalama dönemi boyunca, cinsiyete dair bir ipucu verebilir ancak bu çoğu kişinin gözlemleyebileceği bir şey değildirmiş.

100 yıl, 200 yıl yaşadıklarına dair iddiaların aksine doğada 10-12 yıl yaşarlarmış.

Bir kez çiftleşti mi, bu ömür boyu devam edermiş. Kargalar yalnızca kendi ailelerini savunmak ve korumakla kalmaz, ayrıca diğer kargaların da yardıma ihtiyaç duymaları ya da tehlike içinde olmaları durumunda yardıma gelirlermiş. Kargalar işbirlikçi hayvanlarmış. Her iki ebeveyn karga da yumurtaların üzerine otururmuş bu senin görevin demeden. Ailenin her üyesi yavruların bakımına yardım edermiş. Yuvalama dönemi gelince genç kuşlar da anne babalarına, yuvalama materyalleri bulmaya yardım ederler, anne karga yuvalama materyallerini rahat ve yumuşak bir yuvaya dönüştürür. Kuluçkadaki yumurtaların sayısı genellikle 4 ile 6 imiş...

Shakespeare Macbeth'de der ki;
'Kuzgun sesiyle kötülüğün kapılarını açar' ve Othello'da
'Kuzgun hastalık dolu evin üzerinde dolanır', ikisinde de kuzgun kötülüğün imzasını bağırır..

Heinrich, 'kuzgun günahkarla eş anlamlıdır' der.

İncildeki iddialara rağmen Heinrich'e göre 'kuraklık ve kargaşa zamanları boyunca kutsal keşişleri beslemişlerdir'.

Kral 17:6 da, Tanrının mesajı: 'Buradan ayrılın ve doğuya dönün. Cherit nehri boyunca saklanın. Orası Ürdün'ün doğusudur. Dereden su içebilirsiniz. Kuzgunlara sizi orada beslemeleri için emir verdim'.

Kur'an-ı Kerîm'de, Allah kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini ona göstermek üzere, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Çünkü ilk defa bir ölüm oluyor ve Kâbil gömmeyi düşünemiyordu. Yapacağı işi bir kargadan öğrenince) "Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek konusunda, bu karga kadar olamadım' dedi de ettiğine yananlardan oldu" (el-Mâide 5/27-31).

Hz. Peygamber karga eti yiyenin fâsık olduğunu (İbn Mâce, Sayd. 19), Fâsıkların cehennem ehli olduklarını (Ahmed b. Hanbel, III, 428, 444) bildirmiştir.

Bilimsel sınıflandırmayı da ekleyelim tamaamm..

Alem: Animalia (Hayvanlar)
Şube: Chordata (Kordalılar)
Sınıf: Aves (Kuşlar)
Takım: Passeriformes(Ötücü kuşlar)
Familya: Corvidae (Kargagiller)
Cins: Corvus

Bu da başka sakat...

Hocam uff oldu

Stadımız evimiz....




Sağlam değil mi?

Ertuğrul Sağlam, 19 Kasım 1969’da Zonguldak Ereğli’de doğdu. İlk, orta, lise eğitimini Ereğli’de tamamladıktan sonra bu dönem içerisinde Ereğli Erdemirspor’un Minik, Yıldız, Genç ve Amatör takımlarında futbol oynayıp, daha sonra Yıldız Teknik Üniversitesi Metalürji Mühehdisliği bölümünü kazandı. Yıldız Teknik Üniversitesi’ye kayıt yaptırırken, o dönemde Fenerbahçe’nin alt yapısında görevli olan Yılmaz Yücetürk’ün tavsiyesi ile Fenerbahçe Genç Takımı’na gitti.

Burada hem futbol hem de üniversite hayatını devam ettirdi. Spor Akademisi'ni bitirdi ve daha sonra aynı bölümde master yaptı. Aynı zamanda Genç Milli Takım formasını giydi. Bir sezon sonra 1986 yılında Fenerbahçe’den ayrılıp, Gaziantepspor’a transfer oldu. İlk profesyonel futbol hayatı böylece başlamış oldu. 1986-1987 sezonu Gaziantep’te ilk profesyonelliğe geçişi idi. Daha sonra Gaziantep’te bir sene daha oynadıktan sonra Samsunspor’a transfer oldu. Samsunspor’da her yıl artan bir grafikle 5 sezon forma giydi ve Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray O’nu renklerine bağlamak için yarışa girdi.

Bu transfer yarışının sonunda, 1994-1995 sezonunda Ertuğrul Sağlam Beşiktaş’la anlaşarak, Siyah Beyazlı formayi tam 6 yıl giydi.

Ertuğrul Sağlam ’ın ilk sezonunda başarılı performansı ve 28 golü, Beşiktaş’ı şampiyonluğa taşıdı. Siyah Beyazlı formayla 6 sezonda toplam 167 lig maçı oynadı ve 103 gol attı.

Forvet olarak başarılı olan ve bir çok önemli gole imza atan Ertuğrul Sağlam, John Benjamin Toshack’ın döneminde defansta da görev yaptı.

2000-2001 sezonunda Samsunspor'lu Erman Güracar ile takas edilen Ertuğrul Sağlam, Beşiktaş’tan ağlayarak ayrıldı ve 2003 yılında futbolu Samsunspor’da bıraktı.

24 Eylül 2008 Çarşamba

PS3

Mail Tracking
Outward Speedpost

Item Number: EE844723313HK

Posting Date Posting Time Drop-off Point
19-Sep-2008 20:12 Pick Up Service

Date # Location Delivery Status
19-Sep-2008 Hong Kong Item posted and is being processed.
19-Sep-2008 Hong Kong Processed for departure.
19-Sep-2008 Hong Kong The item left Hong Kong for its destination on 20-Sep-2008
22-Sep-2008 Turkey Arrived and is being processed

Product name Qty. Price/Unit Price
PlayStation3 Console (HDD 40GB Model) Satin Silver - 110V (Japan) 1 US$ 449.00 US$ 449.00
Sum US$ 449.00
Shipping US$ 131.40

Total US$ 580.40

3 gün oldu hala gelmedi..Adamlar 3 günde Hong Kong'dan Türkiye'ye gönderio..Bizimkiler elindeki şeyi 3 günde bana gönderemedi..3 3 3 Pe Se 3

22 Eylül 2008 Pazartesi

V for Vendetta

Güzelmiş.....
Yapım : 2006, ABD / Almanya
Tür : Bilim Kurgu / Aksiyon / Dram / Gerilim / Macera / Politik
Yönetmen : James Mc Teigue, James Mcteigue
Senaryo : Andy Wachowski, Larry Wachowski, David Lloyd (Kitap)
Oyuncular : Roger Allam, Eddie Marsan, Hugo Weaving, Natalie Portman, Stephen Rea, Stephen Fry, Rupert Graves, John Hurt, John Standing, Sinéad Cusack, Tim Pigott-Smith, Ben Miles, Natasha Wightman, Clive Ashborn, Emma Field-rayner
Seslendirenler : James Mcteigue
Yapımcı : Andy Wachowski, Larry Wachowski, Joel Silver, Grant Hill
Görüntü Yönetmeni : Adrian Biddle
Müzik : Dario Marianelli
Dağıtım : Warner Bros
Süre : 2 saat, 20 dk.
Gösterim Tarihi : 31 Mart 2006
yaaa...

18 Eylül 2008 Perşembe

Bell ya bunu görseydi?

Graham Bell

Alexander Graham Bell, 1847nci 3 martta, Edinburgh İskoçya'da dünyaya celdi - 1922nci 2 ağustosta, Baddeck Kanada'da hakkın rahmetine kavuştu , 1876'da telefonun icadı ile tanınan Alexander Graham Bell önce Ontario'ya, daha sonra Boston'a yerleşti, Boston Celtics'i kurdu..

Telefonu ilk icat eden Graham Bell'in annesi doğuştan 100 metre işitme engelliydi. Dedesi ve babası yıllarını işitme engellilere adadı. Özellikle babası işitme engellilere duymasalar bile konuşmayı öğretmenin yollarını geliştirmeye çalıştı. İki kardeşi veremden ölünce, babası kalan tek oğlunun sağlığı için Kanada'ya göçtü. Babasının ölümünden sonra onun çalışmalarını tanıtmak ve yaymak için çabalayan Graham Bell ABD'ye gitti. Burada bir süre işitme engellilere dil öğretmeni yetiştiren okulda çalıştı. Daha sonra kendi okulunu kurdu.

Ünü kısa sürede yayılan Bell, Oxford Üniversitesi’ne konuk öğretmen olarak çağrıldı. İngiltere'de eline geçen Alman Hermann von Helmholz adlı bilginin işitme fizyolojisine ilişkin kitabını okudu. Müzik sesinin bir tel aracılığı ile aktarılabilineceği düşüncesi üzerinde yoğunlaştı. Bu sırada başka bilim adamları da bu konularda çalışmalar yürütüyordu.

İngiletere'den dönen Bell, Boston Üniversitesi İnsan Sesi Fizyolojisi dalı profesörlüğüne getirildi. Kuramsal bilgilerini teknik destekle yaşama geçirmeye ve işitme engelliler için duymalarını sağlayacak aletler yapmaya girişti. Thomas Watson adlı bir elektrik mühendisi ile birlikte çalışmaya başladı. Çalışmalarını yürütmek için maddi destek gerektiğinde kendisine Avukat Gardnier Greene Hubbart yardım elini uzattı. Bell ve Watson 1875 yılında sesin tel üzerinden bir başka yere gittiğini ortaya çıkardı. Ancak ses anlaşılmaz bir durumdaydı. 14 Şubat 1876 günü Bell ve Gray telefon patenti almak için ayrı ayrı başvuru yaptı. Bell'e 7 Mart günü istediği patent verildi. 174.465 nolu patentini alan Bell atölyede denemelerini sürdürürken telefonu çalıştırmak için kullandığı bataryadan pantolonuna asit döküldü. Watson'u yardıma çağırdı:
Bay Watson, çabuk buraya gelin. Sizi istiyorum."

Bell yardımcısını yardıma çağırırken farkında olmadan 132 yıl önce 10 Mart günü ilk telefon görüşmesini yaptı. Watson Bell'in sesini "telefon"dan duydu. ABD'nin 100’üncü kuruluş yıldönümüne denk gelen bu buluşu ona düzenlenen Yüz Yıl sergisinde birçok ödül kazandırdı. Bell bilimsel çalışmalarını yürütmek için maddi ve manevi destek gördüğü Hubbart Ailesi’nden Mabel ile bir yıl sonra evlendi.

Eşi dört yaşından beri sağırdı. Bell öğrencisi olarak tanıdığı ve daha sonra evlendiği Mabel'e derin bir sevgi duydu. Artan ününe karşın hiçbir zaman ne eşini ne de işitme engellileri göz ardı etmedi. Eşine yazdığı bir mektupta "Eşin, hangi noktaya çıkarsa çıksın, ne denli zengin olursa olsun, emin ol işitme engellileri ve onların sorunlarını her zaman düşünecektir" diye yazmıştır.

Bugün öne çıkan buluşlarının gölgesinde kalan yapıtlarının çoğu işitme engeli konusundaydı. İşitme engelli annesinin ve eşinin duyamadığı sesleri kaydetmeyi başardı. "Gramofon"dan kazandığı parayı bugün de sağırlar için çalışmalar yürüten Alexander Graham Bell İşitme engelliler Kurumu’na harcadı. Fransa hükûmeti insanlığa hizmetinden dolayı onur ödülü ve para ödülü verdi. Verilen parayı Washington'da İşitme engelliler için Volta Enstitüsü’nü kurmada kullandı. İlk el telefonunu geliştirmek için Bell teknik sorunları alt etmeye çalışırken bir yandan da kendisini dava eden Gray'a karşı hukuk savaşı verdi. Telefon atölyeden 4 yılda çıkabildi. 1880 yılında Bell'e yardım eden Tainer radyofon adını verdikleri aleti denedi.

Bir okulun tepesine çıkan Tainer çok uzaktan görebildiği Bell'e telefonla seslendi "Bay Bell. Bay Bell. Beni duyabiliyorsanız lütfen pencerenin önüne gelip şapkanızı sallayın." Bell şapkasını salladığında artık telefon doğumunun ardından emeklemeye başladı. Sekiz yıl sonra Connecticut eyaleti ilk telefon şebekesine sahip kent oldu.

Telefon yakın yıllara dek Türkiye'de olduğu gibi santraller ve memurlar aracılığı ile yürütülüyordu. Bir süre sonra santrallerde erkek memur yerine kadın memurun çalışması geleneği başladı. İlk kadın santral memuru da Boston'da çalışmaya başlayan Emma Nut oldu.

Kimi siyah beyaz filmlerde gülme konusu yapılan "manyetolu telefon" görüşmeleri 1899 yılında Almon B. Stowger adlı birinin katkısı ile otomatikleşmeye yöneldi. İşin garip tarafı Stowger telefoncu değil cenaze levazımatçısıydı. Rakibinin eşi telefon şirketinde çalışıyordu. Cenaze işleri için Strowger'ı arayanları bu memur kendi eşine bağlıyordu. Bu zor durum karşısında çözüm bulmak için kolları sıvayan Strowger otomatik santralı yapmayı başardı. Halk yeni telefona "kızsız telefon" adını taktı.

Bugünkü telefonlara benzemeyen bir biçimdeydi. Üzerinde birler, onlar, yüzler basamağını temsil eden üç tuş bulunuyordu. Bağlanmak istenen numara tuşlara aranan numarada yer alan rakamın değeri kadar basılarak sağlanıyordu. Arayan kişi tuşa kaç kez bastığını sık sık şaşırdığı için karmaşaya da yol açıyordu. Bunun da çözümü çok geçmeden bulundu.

Kısa sürede New York sokaklarını telefon direkleri ve kablo hatları örümcek ağı gibi kapladı. Yürünmez bir hale gelen sokaklardaki bir telefon direği kabloları tutan 50 çapraz tahta taşıyordu. Telefon günlük yaşama değişik biçimlerde girmeye başladı.

O yıllarda yayımlanan gazetelere verilen bir reklamda telefon şöyle tanıtıldı:

"Sohbet. Ağızdan kulağa telefonla konuşarak çok daha rahat."

Bell 1915 yılında New York'u San Francisco'ya bağlayan ilk uzun kentlerarası telefon hattını açtı. Karşısında yine yardımcısı Watson vardı. Aradan geçen onca yıla karşın Bell ilk günü unutmadı. Watson'a "Watson seni istiyorum, buraya gel" dedi.

Telefonun olanaklarından yararlanarak müşteri çekmek isteyen oteller arasında kıyasıya bir savaş başladı. Oteller ünlü müzik, tiyatro, opera, konser salonlarına bağlanan telefon "Tiyatrofon" hattı ile aldıkları sesi lobilerinde oturan müşterilerine dinletmeye başladı. Bu evlere ve iş yerlerine yayıldı.

Graham Bell belleklerde telefonun bulucusu olarak yer etse de adının öne çıkmadığı çalışmaları da vardı. Bunlardan biri büyük bir ilgi ile tüm dünyanın izlediği National Geographic dergisindeki yöneticiliğiydi. Yüzyirmi yıl önce silahlı saldırıya uğrayan ve ağır yaralanan ABD Başkanı Garfield'ın bedenindeki kurşunların yerini belirlemede ilk kez kullandığı telefonik sonda, Röntgen'in X ışınları ile tanıyı geliştirilmesinde kullanıldı. Deniz ve hava taşımacılığı için projeler gerçekleştirdi.

1893 yılında telefon ile ilgili gelişmeleri kaleme alan bir yazar gözlemini şöyle dile getirdi: "Şu anda duyabildiğimiz sanatçı ve şarkıcıları bir süre sonra insanlık görmeyi de başaracak."

Bu sözler "televizyon" özlemi olarak yorumlanmasına karşın gelişen teknoloji görüntülü cep telefonlarını, internet üzerinden canlı yayınla iletişimi işaret ettiğini göstermektedir. Bilimkurgu severler ise "Uzay Yolu" filminden esinlenerek insanların ışınlanmalarından, insanların bulundukları yerde başka bir yerdeki olayı üç boyutlu olarak ekranlarda görerek ya da duyarak değil hissederek elde edeceği günleri tartışıyor.

İşitme engeline karşı yürütülen savaşımın sonucu insanlık dünyasının sağırlığını gideren bir buluşu armağan eden Bell öldüğünde ona duyulan büyük saygı ve sevgiden ötürü soyadından yola çıkarak telefonu simgelemek için kırmızı "çan" resimleri kullanıldı...

12 Eylül 2008 Cuma

11 Eylül 2008 Perşembe

Mahya

Ya niye ramazandan sonra da kullanılmaz ki? Böyle bişeyler yapılabilir belki...




6 Eylül 2008 Cumartesi

René Descartes; üşeniyorum öyleyse yarın...

René Descartes; 31 Mart Vaka-i Hayriye sonrası 1596 yılında doğmuş, 11 Şubat 1650'de KEY ödemelerini alamadan ölen Fransız matematikçi, ne biliim adamı ve filozof. Batı düşüncesinin son yüzyıllardaki en önemli düşünürlerinden, kankalarımdan biri.

Descartes ile birlikte, 1628'den itibaren yaptığımız on beş yıl süren geziler, savaşlar ve serüvenlerden sonra yoruldu yerleştiği Hollanda'da, batı düşüncesini altüst eden bir felsefe sistemi kurdu. Ben de anlamadım; matematikçiyim diodu hiç uğraşırken görmedim 15 yıl boyunca.. Hep gezdik.. Çok üşengeçti ama gene de gezdik. Kıramazdı beni..Sıkıysa kırsın. Kırardım kafasını, sonra da kalbini.. 2 kere 2'yi bile bilmezdi, kıvırır " kuşkucu yaklaşıom ben " derdi uyanık Descartes...

Öğrendiğinin, gördüğünün, duyduğunun, inandığının hepsini birden büsbütün silerek ( Bunda benim attığım sopaların da payı paydası vardır diye düşünüyorum; öyleyse...:) ), her şeyden kuşkulanmağa başladı. Yalnız tek bir şeyden emindi: düşüncenin varlığı "üşeniyorum, öyleyse yarın!". Ben de dedim " Hacı, böyle dersen olmaz, gel şunu " düşünüyorum öyleyse varım " yap. "
Gene kuşkucu yaklaşıodu ki bi baktım " tamam abi öyle olsun bea "dedi...

Buradan hareketle, evrenin açıklamasını yaptı.

Metot Üzerine Konuşma'da (1637) hep karmaşıktan basite inerek, gerçeği kuşatmaya yarayacak kuralları bir bir saydı. Asıl ben sayıyodum ona; anlamıodu kıt... Napsın? Herşeyi teker teker basit basit anlatmak gerekiodu...

Descartes, zamanının bilginleriyle, hükümdarlarıyla ve soylularıyla çevremden yararlanarak ilişki kurmuştur. O sırada ona hayran olan İsveç kraliçesi Kristina, az fıngırdak değildi kendileri Descartes'ı sarayına davet etti, ayarttı, bi kaç yıl takıldılar. Bi daha da Descartes'ı gören olmadı, elli dört yaşında Stockholm merkez camiinde ikindi namazına müteakkip cenaze namazı kılındı. Hoparlörden duydum....

Ramazan pidesi vs Hulk ekmek


Ramazam

Ramazan ayı nedeniyle;
mercimek % 215
pirinç % 88
kurufasulye % 71
patlıcan % 68 zamlanmış....
Ramazam değil de nedir?

Bi de daha az kalorili, doymamış yağ oranı yüksek ( tabii oruç tutmuş ondan ) "aymar"zan var, gökhan zan da var cam adam..( Kurşun geçirmez camlar da varmış... )

Şöyle de olabiler; 512 GB "ram"azam ayı...Yaaa....

11 ayın elemanı olan bu ay başlamadan garip sorular gelmeye başlar ilgili ilgisiz makamlara, kaymakamlara.

Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın var mıdır? Varsa seks yaparak oruç açılır mı? Çok açılırsa boğulur mu? Yoksa ağla ağla açılırsın mıdır? ( Bence buradaki "ağla"dan kasıt balık ağı ile açılmadır ki nasıl açılayım denizde... )

Ramazan kampanyaları, alışverişte, telefonda, kolalarda sevgili kapak biriktirimleri ile karşımızda...

Ramazan ait en güzel şeylerden biri de sevgili, susamlı, yumurtalı ramazan pidesidir mis kokan..

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Gemisini kurtaran kaptan kurtarmayan ebe

Türkçe Sözlük'ten

Gemisini kurtaran kaptan: Güç bir duruma düşüldüğünde ne yapıp yapıp kurtulanlara övgü olarak söylenen bir söz. "O, gemisini kurtaran kaptandır, diye yaptığı alçaklıkla, namussuzlukla iftihar ediyor."- Ö. Seyfettin.

Önüm, arkam, sağım, solum sobe. Gemisini kurtaran kaptan, kurtarmayan unakıtan.

26 Ağustos 2008 Salı

Kabotaj Bayramı

Sözlük anlamı olmayan milletlerarası bir deyimdir herşeyden önce. Bir devletin, her nasılsa kıyılarındaki deniz ticaretini kendi sevgili vatandaşlarının kendi bayrağını taşıyan gemilerde ve gemiciklerde yapma hakkını bağışlamasıdır. Yok bi de bağışlamıcaktı ne demek kendi vatandaşı kendi limanını kullanamıo...

Neyse; bu hak ilkin XVI. yüzyılda İngiltere tarafından Kabataş civarında kullanılmaya başlanmıştır ki İngilizlerin dil alışkanlıkları ile Kabataş to Kabataj ordan da "Kaba"taj çok "kaba" olduğu için biraz törpülenerek Kabotaj halini almıştır.

Bu yüzyılda İngiltere, kendi kıyılarında yük ve yolcu taşıma hakkını, yalnız kendi vatandaşlarına ve İngiliz bayrağını taşıyan gemilerde yapma hakkını tanımış, başka gemiler ve gemicikler için bu hakkı tanımamıştır. Bu durum karşısında çok üzülen biz Türkler tarafından direkt yağlı direk icat edilimi ve ucuna bayrak takılımı suretiyle sevgili bayrağı alım ve alana da yük ve yolcu taşım hakkı tanınımı ile sporvari bir festival gibisin katılmak istiyorumlu bayram havasına bürünmüş küçük bir organizasyonla hak eden kazansın, yok yok centilmenlik kazansın, yok yok ekümenlik kazansın tadında bir şeye dönüşmüştür. Bu yarışmalardan ilki Bandırma yöresinde 1 temmuzda yapılmış ve Paşabayırlı Barboros Kabohattin Paşa tarafından tereyağlı direkten bayrak alınımı gerçekleştirilmiş ve bir gelenek halini almıştır. Tarihte döner kebabın da bu yarışmadan esinlenerek yapıldığı genel bir kanıdır.

Daha sonra gene Osmanlı İmparatorluğu, uzun yüzyıllar böyle bir hakka önem vermemiş ne gerek var demiş, kendi kıyılarında, başka bayrak taşıyan gemilerin ticaret yapabilmelerini, yük ve yolcu taşıyabilmelerini kabul etmiştir. Kapitülasyonlarla kabotaj imtiyazı, Türk gemilerinden tamamen alınmıştır. Ancak, 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması ile, kabotaj imtiyazı yabancı gemiler için kaldırılmış, 1 Temmuz 1926 gününden itibaren de Türk kıyılarındaki kabotaj imtiyazı, Türk gemilerine tanınmıştır. Bugün bizde Deniz Bayramı olarak kutlanır.

Günümüzde 2 temmuz sabotaj bayramı, 3 temmuz kamuflaj bayramı olarak kutlanmaktadır ki bu bayram belki de kutlanmamaktadır. Bu törenler çok sessiz sedasız , şatafatsız ve sevgili görkemsiz geçmektedir. Bunun nedeni ise toplumbilimciler ve tarihçiler tarafından hala açıklanabilmiş değildir. İki rivayet vardır buna dair ya çok iyi kamufle olunum ya da kimsenin kutlamama durumudur ki bu durumlarda kimsenin görünemeyeceği su götürmez susuz getirir durumudur. Benim fikrim ise muhteşem bir kutlama töreni şeklinde gerçekleştiği yönündedir. Süper kutlarlar bayramı süper kamufle olduklarından hiç belli olmuyorlardır diyorum ben.

Daha önceleri 2 temmuzda kutlanan kamuflaj bayramı, 3 temmuzda kutlanan sabotaj bayramı ile 1957'de yer değiştirmiş 3 temmuza alınmış, 2 temmuzdaki sabotaj bayramı da 3 temmuza alınmıştır. Bunun sebebi de kamuflaj bayramına katılan kişilerin saklı oldukları yerlere sabotaj bayramı gereğince yapılan sabotajların sonucu binlerce kişinin sabotaja kurbaj gitmesidir.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Cesare Pavese

Cesare Pavese, ailesinin yazlarını geçirdiği Torino'nun Santa Stefano Belbo köyünde bir memur çocuğu ( düşünün İtalya'da memur çocukları Torino'da, Roma'da falan doğabiliteli ) olarak doğmuştu, çok ama çok tatlı bir bebekti, nur topu gibiydi sanki..Daha sonra Katkı Harcı almayan Torino Üniversitesi'nde bayağı bi edebiyat okudu, onu bitirdi başka dillere merak saldı. Başbakanlık ve Büyükşehir Belediyesi'nin burslarıyla da İngiliz ve Amerikan edebiyatı okudu; bitirme tezini çok çabuk tez bir şekilde Walt Whitman şiirleri üzerine yazdı. Hemen akabinde de orta öğrenimini tamamladığı eski okulu Şehit Mehmet Liceo d'Azaglio'da edebiyat ve dil dersleri verdi. Bu dönemde İngiliz ve Amerikan yazarları ile alakalı yazıları La Cultura Futura Mutura aylık mecmuasında, daha sonra da o zamanlar dünya çapında en popüler mecmua olan SES mecmuasında yayınlandı.
Bu sıralarda gelen teklifleri bir arkadaşının kurduğu Einaudi Yayınevi'nde çalışarak değerlendirmeye başladı.

1935'te anti-faşist çalışmaları nedeniyle tutuklandı, 1936'da hükümet yanlış yaptığını anlayınca serbest bıraktı Cesare abiyi.

Brancaleone Hapishanesi'ndeki bir yılından esinlenerek Carcera (Hapis) romanını yazdı. 1950'de Yalnız Kadınlar Arasında romanı ile İtalya'nın önemli edebiyat ve ebediyat ödüllerinden Strega Ödülü'nü aldı.

Gene aynı yıl Torino'daki bir otel odasında uyku hapı alarak intihar etti benle konuştuktan hemen sonra; oysa ki ne kadar moral vermiştim ," Olur abi böyle şeyler bea.." demiştim. Meğerse karısı boynuzlamış Cesare abiyi.. Hem de Brutus ile.Yaa

Bi de şunları fısıldamıştı :

" Aylaklık saatlerin yavaş, yılların ise hızlı geçmesine yol açar.
Çalışmak saatlerin kısa, yılların ise uzun olmasını sağlar.
En dolu yıllar çocukluk yıllarıdır. Çünkü bu dönemde zaman dünyanın ne olduğunu anlamak ve ona alışmakla geçer. "

Meğerse abi gidiciymiş hakkaten, görünce Torino'yu dönüvermiş çocukluğuna..
Allah rahmet eylesin...

8 Ağustos 2008 Cuma

Afiyot olsun

Çeşitli nedenlerle ( mide bulantısı, ekonomik güçlük, buzluktaki etin çözülmemesi ya da bozulması gibi nedenleri sayabiliriz ama lütfen içimizden sayalım ki sonra her kafadan bi ses çıkıo karıştırıom o zaman da olmuo ) et, balık ve bazı durumlarda sevgili yumurta ki sevgili yumurtanın mı tavuktan değil tavuğun sevgili yumurtadan çıktığının kanıtıdır ta kendileri, süt ve süt ürünlerini ( hatta cacık bile yemezler içmezler ) yememeye denir.

Bazı yörelerde bu vaka-ı hayriyeye etyemezlik de denir. Etyemezlik, dinsel, ahlaki ve beslenmeye ilişkin nedenlere dayanır. Etyemezlerin çoğu, hayvansal maddelerden yapılan ya da hayvanlarda denendiğini bildikleri temizlik ve güzellik ürünlerini de kullanmazlar. İlk kez 1842'de kullanılmaya başlanan vejetaryen sözcüğü, Latince'de "sağlam, canlı, yaşam dolu" anlamına gelen vegetus sözcüğünden gelir.

Biz de bu tür arkadaşlara yemekten sonra afiyet olsun değil afiyot olsun demeliyiz yoksa çok alınırlar. Ne de olsa bu türden arkadaşlar hayatlarının hiç bir safhasında eti kullanmamalıdır. Biz her ne kadar sucuk falan da yesek en azından sevigili saygı şeysi olarak afiyot olsun diyelim...

7 Ağustos 2008 Perşembe

Cioran

Bir gün oturmuş Cioran abi ile futboldan bahsederken ben dedim " Köpekler istedi diye atlar ölmezmiş. " ,o da " Gözün işlevi görmek değil gözyaşı dökmektir. " demez mi? der.. Der demez hemen futbola döndük Ceauşescu'yu tartıştık..

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Sevgili olimpiyat hazırlanmalarısı

Oolum bi yat!

Olimpiyat kavramının bazı tarihçiler, coğrafyacılar ve meteorologlar tarafından İsa’dan önce 776 yılında ( bunu da nasıl hesaplıyorlar, İsa'nın 776 yıl sonra doğacağını nereden biliyorlar da saymaya başlıyorlar 776 kaldı 775 kaldı. Bu da ayrı bir konu sonradan değinmem gereken ), Yunanistan'daki Olimp apartmanında üst kattaki komşunun yaramaz oğlusunun geç saatlere kadar çıkardığı seslere alt katta oturan sayın ev sahibisinin " Oolum bi yat mına koim, sporunu sonra yaparsın " demesinden çıktığını ileri ve geri ve hatta sağa sola fütursuzca sürülmektedir. Bu söylem zamanla yerini olimpiyata bırakmıştır. Gene aynı kaymaklara göre( Afyon kaymağı ki buna afyonizyak da denir ), bunun esası tanrılar tanrısı sevgili apartman yöneticisi Zeus adına düzenlenen bir festival gibisin katılmak istiyorumudur.

Sonradan hatta İsa'dan sonra bile, aynı şenliklerin bütün tanrılar ve ölmüş kahramanlar, apartman yöneticileri ve kapıcılar için yapılan genel bir kutlama niteliği aldığını görmekteyiz.

Nerde o eski Olimpiyat şenlikleri. Her dört yılda bir yapılır ve dört gün sürerdi. Eski Yunanlılar, iki şenlik arasındaki dört yılı "Olimpiyat" diye isimlendirir, zamanı ve olayları, İsa'dan önce 776 yılındaki ilk Olimpiyat festivalini esas tutarak kayıtlandırırlardı. Oysa şimdilerde öyle mi? Bakınız alt taraf...


1896 I. Olimpiyat Oyunları Atina Yunanistan
1900 II. Olimpiyat Oyunları Paris Fransa
1904 III. Olimpiyat Oyunları St. Louis Amerika Birleşik Devletleri
1906 Ara Oyunlar Atina Yunanistan
1908 IV. Olimpiyat Oyunları Londra Birleşik Krallık
1912 V. Olimpiyat Oyunları Stokholm İsveç
1916 VI. Olimpiyat Oyunları Berlin Almanya (yapılmadı)
1920 VII. Olimpiyat Oyunları Antwerp Belçika
1924 VIII. Olimpiyat Oyunları Paris Fransa
1928 IX. Olimpiyat Oyunları Amsterdam Hollanda
1932 X. Olimpiyat Oyunları Los Angeles Amerika Birleşik Devletleri
1936 XI. Olimpiyat Oyunları Berlin Almanya
1940 XII. Olimpiyat Oyunları Helsinki Finlandiya (yapılmadı)
1944 XIII. Olimpiyat Oyunları Londra Birleşik Krallık (yapılmadı)
1948 XIV. Olimpiyat Oyunları Londra Birleşik Krallık
1952 XV. Olimpiyat Oyunları Helsinki Finlandiya
1956 XVI. Olimpiyat Oyunları Melbourne Avustralya
1960 XVII. Olimpiyat Oyunları Roma İtalya
1964 XVIII. Olimpiyat Oyunları Tokyo Japonya
1968 XIX. Olimpiyat Oyunları Meksiko Meksika
1972 XX. Olimpiyat Oyunları Münih Almanya
1976 XXI. Olimpiyat Oyunları Montreal Kanada
1980 XXII. Olimpiyat Oyunları Moskova Sovyetler Birliği
1984 XXIII. Olimpiyat Oyunları Los Angeles Amerika Birleşik Devletleri
1988 XXIV. Olimpiyat Oyunları Seul Güney Kore
1992 XXV. Olimpiyat Oyunları Barselona İspanya
1996 XXVI. Olimpiyat Oyunları Atlanta Amerika Birleşik Devletleri
2000 XXVII. Olimpiyat Oyunları Sidney Avustralya
2004 XXVIII. Olimpiyat Oyunları Atina Yunanistan
2008 XXIX. Olimpiyat Oyunları Pekin Çin
2012 XXX. Olimpiyat Oyunları Londra Birleşik Krallık



24 Temmuz 2008 Perşembe

Abdülhak Şinasi Hisar

Bir gün Abdül Amca ile oturmuş anlatıyoruz, birden "Sana anlamadan söylüyorsun diyecekler. Buna hiç ehemmiyet verme. Marifet budur zaten; kısacık hayat içinde dinleyip anlamaya vakit kalmaz ve esasen anladıktan sonra söze de hiç mahal kalmaz." demez mi?

18 Temmuz 2008 Cuma

Dans, dans, hans...

Dans ( İtalyanca: Danza, Türkçe: Hanzo ), tüm vücudun bir müzik ritmi eşliğinde estetikle birlikte çalıştırılabildiği kadar bir gelenek, bir sanat, bir tedavi şekli veya sadece bir ifade şekli de olabilir bazen.

Bazen de insanın beyin gücünün, beden üzerinde sadece motiflendirilerek sunulmasıdır.

Bazen ise doğa olaylarının, günümüz yaşantısına adapte edilerek müzik, mimik, minik, kostüm, minik kostüm, minik etek, jartiyer, bazen jartiyemez ( aç değilse yemez ya da komşusu açken kendi yemez yedirir ) ve dekor gibi yardımcı sanatlarla süslenerek sergilenmesidir.

Peki ya bu?

17 Temmuz 2008 Perşembe

Agartha?

Agarta, Tibet ve Orta-Asya geleneklerinde sözü edilen, Asya’daki sıradağların içinde bulunduğu ileri sürülen efsanevi bir yer altı organizasyonuna verilen admış.

Agarta konusunu kitaplarında en ayrıntılı işleyen üç yazar Saint-Yves d'Alveydre (1842 -1909), Ferdinand Ossendowsky ve René Guénon’durmuş. Agarta, tanrıbilimcilere göre Mu ve Atlantis’ten göç eden bilim rahiplerince ya da inisiyelerce kurulmuş, sonradan gizlenme gereği görüp, dağ ve mağara içlerine çekilmiştir. Agartha,Agharta ve Agarthi olarak da yazılırmış.

Kimileri Şambala adında Agarta'ya karşıt olarak kurulmuş, gizli bir olumsuz merkezin varlığını ileri sürüyorsa da, Agarta’nın Tibet geleneklerindeki bir diğer adı Şambala’dırmış (Shambalah).

Ne bu ya anlamadım ben.

12 Temmuz 2008 Cumartesi